Aklımızın ve Duyularımızın Ötesinde Bir Gerçeklik Var Mıdır?
Yalnız aklın gözüyle bakanların göremeyecekleri şeyler
vardır hayatta. Sözcüklerin kısıtlayıcı, sınırlayıcı etkisiyle hayata anlam
vermeye çalışan insan, asıl olanı görebilir mi dersiniz?
Zihnimizin, yanlış kullanılarak; duyumsamalarımızı,
kalp açıklığımızı sınırlandırdığı kanısındayım. Evrendeki her şeyin birbiriyle
enerjisel bir bağ ile bağlı olduğu ve bir şekilde iletişim halinde olduğu ancak
zihnini çok fazla kutsallaştıran bizlerin bu ilişkiden yoksun kaldığımızı ve duyumsamalarımızı
körelttiğimizi, böylece asıl özü algılayamadığımızı düşünüyorum.
Zihnimiz doğru kullanıldığında aydınlığa
ulaştıran bir araçtır ancak asla bir amaç olmamalıdır.
Akıl insanda bulunan hem en muazzam hem en korkutucu şeydir
bana göre. Çünkü nasıl kullandığına göre kişiyi çok farklı yerlere götürebilir.
Doğru kullanabilmek tam olarak kimin elinde, bilinçaltımızın etkisi olmadan
bilincimizle ne kadar hareket edebiliyoruz, çok bir fikrim yok ancak her ne
kadar bilinçaltımız, kolektif bilinç dışımız, atalarımızdan, toplumdan bize
miras kalanların etkisinin zihnimizdeki varlığını kabul etsem de insanın
vicdanıyla, sevgiyle, ruhuyla egosundan (aklının tutsaklığından, kendi aklına
hayranlığından) kurtulup inanmanın huzuruna kavuşacağını benimsiyorum. Aklın
ancak ruhla, kalple, vicdanla, belirli değerlerle doğru kullanılabileceğine
inanıyorum. Tüm bunları boş verip yalnız aklına taparcasına onun yolundan giden
insanın ne huzuru ne de hakikati tam olarak yakalayabileceğine inanmıyorum.
Ancak her insanın öyle ya da böyle, bu dünyada ya da başka bir alemde hakikate
ulaşmayı, kemale ermeyi başaracağına inanıyorum. Bu yalnızca benim inancım,
herkesinkine saygı duyuyorum. :)
Aklın sınırlarından bahsetmişken tam da bu konuya
değinen I Origins filminin çok etkilendiğim bir sahnesinden
bahsetmek istiyorum. Tabi öncesinde filmin kısa bir özetini vermek yerinde
olur:
Filmde mistik, ruhsal boyutta olan şeylere inanmayan
bir bilim insanıyla tamamen kendine özgü, fazlasıyla mistik bir genç kızın aşkı
ve bilim insanının tek gerçek kabul ettiği aklının ve duyularının tek gerçek
olmayabileceği muazzam bir şekilde işlenmiş. Bu arada bilim insanımızın adı Ian
Gray, kızımızınkiyse Sofi.
Bahsettiğim sahneye gelecek olursak:
Ian, ofisinde kendisini çok fazla heyecanlandıran bir
çalışmayla meşguldür. Amacı, görme duyusundan mahrum solucanları mutasyona
uğratarak onlara görme duyusu kazandırmaktır. Bu sırada Sofi’yle aralarında bir
konuşma geçer. Sofi, Ian’a solucanlara yapmaya çalıştığı şeyin iyi bir fikir
olmadığını, Tanrıyı oynamanın tehlikeli olduğunu söyler. Ian’sa sadece
kanıtlara inandığını ve tepelerinde görünmeyen bir ruhun varlığının kanıtı
olmadığını söyler. Bunun üzerine Sofi mükemmel bir açıklama yapar. Sofi,
solucanların kaç duyu organları olduğunu sorar ve Ian iki tane olduğunu söyler:
koklama ve dokunma. Sofi devam eder; solucanların görmeyerek ve ışıksız
yaşadıklarını, onlar için ışık kavramının hayal dahi edilemeyeceğini oysa biz
insanların ışıktan haberdar olduğunu ve solucanların da küçük bir mutasyonla
ışığı görebilmelerinin mümkün olduğunu açıklar. Sonrasında son şahane sözünü
söyler:
“O halde bay göz! :) Belkide bazı
insanlar, yani çok az insan bir duyuya sahiptir: Ruhani duyu. Ve tıpkı
kurtçuklarla ışık gibi, tam tepemizdeki bir dünyayı algılayabiliyorlardır.”
Gerçekten görüyor muyuz?
Film, zaten kalben inandığım ruhani boyuta çok farklı
bir perspektiften bakmamı sağladı ve zihnimde bir aydınlanma yaşamamı sağladı.
Hepimiz ruhani boyut ya da başka herhangi bir şey hakkında elbette düşünüp bu
tarz sorgulamalar yapmışızdır ancak bazen düşündüğümüz şeyler idrak seviyesine
ulaşamayabilir, ulaştığında da zihnimizde böyle aydınlanmalara sebebiyet verir.
Yine bu konuda bana aydınlatma yaşatan bir de kitaptan
bahsetmek istiyorum: Hermann Hesse tarafından kaleme alınan Siddhartha adlı
eser.
Kitapta bir Brahmin’in oğlu olan Siddhartha’nın;
hakikati, huzuru bulmak için babasının yanından ve yaşadığı yerden ayrılarak
yaptığı yolculuk anlatılıyor. Yolculuğu sırasında birçok şey öğreniyor ve en
sonunda bilginin, düşüncenin, sözlerle ifade edilen şeylerin hakikat
olamayacağını, bizlerin gerçek olarak gördüğümüz şeylerin aslında sadece
gerçeğin bizim görebildiğimiz bazı perspektifleri olabileceğini, bunun dışında
göremediğimiz, sözcüklerle ifade edince ancak sınırlamaya sebebiyet vereceğimiz
hakikatler olduğunu fark ediyor.
Arkadaşına bu düşüncelerini şöyle anlatıyor:
“Bir düşüncem oldu Govinda, sen şimdi buna da alay diyeceksin. O da her gerçeğin içinde onun karşıtının da bulunduğudur. Örneğin eğer bir gerçek tek yanlıysa,yalnız o zaman anlatılabilir, sözcüklerle kuşatılabilir. Sözcüklerle düşünülen, anlatılan her şey tek yanlıdır, gerçeğin yarısıdır; bütünlük, tamamlık ve birlikten yoksundur.
Ve sevgiden bahseder Siddhartha, sevginin dünyanın en
önemli şeyi olduğundan. Yukarıda da bahsetmiştim; akıl ancak sevgi, vicdan, ruh
ile birlikte kullanıldığında insanı hakikate ulaştırabilir, demiştim.
Siddhartha da bence bunu anlamıştı ve şöyle söylemişti:
“Büyük düşünürler için dünyayı incelemek,
onu anlamak ve ondan nefret etmek önemli olabilir. Fakat bence dünyayı
sevmektir esas önemli olan şey; onu küçük görüp nefret etmek değil, dünyayı,
birbirimizi ve bütün var olanı hayranlıkla, sevgiyle ve saygıyla
kuşatabilmektir önemli olan.”
İnsan kendini dünyadan büyük, hatta dünyayı kendisi
için var olmuş gibi addetmeye çok meyillidir. Bu ego tam olarak nereden geliyor
bilmiyorum ama sanırım düşünme, üretme ve en önemlisi varlığını zekasıyla devam
ettirmeyi başardığına ve zekasıyla diğer canlıları hakimiyeti altına aldığına
olan inancından geliyor olsa gerek.
Oysa insan bir ırmaktan bile bir şey öğrenebilirdi,
kendi zihnine bu kadar tapınmasaydı eğer. Neyi mi öğrenirdi? Siddhartha
hakikati ırmaktan öğrenmişti. Irmak ona her şeyi anlatmıştı. Burada tam olarak
dinlemenin kastedildiğini düşünüyorum. Irmak ona, zihnine, kalbine ayna oldu
aslında. Ona dinlemeyi öğretti. Kendi içini, özünü, hakikati dinlemeyi..
Ve şöyle dedi Siddhartha:
“Ben bir taşı, bir ağacı, ya da bir parça
ağaç kabuğunu sevebilirim Govinda. Bunlar “şeyler”dir ve insan “şeyler”i
sevebilir. Fakat insan sözcükleri sevemez.”
İnsan bir taşı, bir ağacı hatta bir ağaç kabuğunu
sevebilecek, ona değer verecek, ona da en az kendi varlığı kadar saygı duyacak
erdemlere ulaşabildiğinde gerçek anlamda insan olacaktır.
İnsan aklına olan hayranlığından vazgeçip hayata
ruhuyla, kalbiyle, sevgiyle bakabildiği zaman hakikate ve gerçek anlamda huzura
kavuşabilecektir.
Sevgiyle kalın.
0 comments