Almak istediğimiz bir nesneyi almak için bir odaya giriyoruz ve odadaki tüm nesnelerin aslında kekten yapılmış olduğunu deneyimleyerek o odadan çıkıyoruz. Telefon, masa, çanta, kaktüs, saksı, hatta oturduğumuz koltuğun bile, aslında tüm bu nesnelerin yapılması gereken malzemelerden çok daha farklı malzemelerle yapılmış olduğunu (un, yağ, şeker, yumurta vb) fark ediyoruz. Algılarımızın hemen hemen her gün duyumsadığı tüm bu nesneler aynı algılamış olmamıza rağmen nasıl oluyor da varlık olarak farklılaşıyorlar, işlevsellikleri nasıl da tamamen ortadan kalkıyor. Bunlar benim kurgularım değiller. Ayak işleri adlı türk yapımı bir dizinin bir bölümünde ele alınmıştır bu mesele. Dizideki bu bölümün sorusu ise şu: gerçeklik bir tane midir? Peki ya sizler gerçekliğe dair neler söyleyebilirsiniz? Sanırım ben biraz felsefe tarihinden yardım alacağım.
Daha anlaşılır olması için betimleyici bir anlatım kullanacak olursam eğer: Aklınıza hayvanların birbirleri arasında ve bizler ile aralarında olan söz konusu algı farklılıklarını getirin. Kelebekler bizden çok daha fazla renk algılar, yarasalar frekanslarla hareket ederler vb. Canlılar arasında bu algılama aslında onu algılayan hiçbir şey olmasa da var olacak olan kendinde şeyin farklı bir şekilde deneyimlenmesidir. Akla şu soru gelebilir: Eğer gerçeklik yalnızca bizim algılamamızdan ve düşünmemizden ibaret ise nasıl olur da nesnel bilgiden söz edilebilir ve bilim yapılabilir? Kant’ın buna cevabı, tüm insanlar olarak aynı akla sahip oluşumuzdan gelir. Kısacası burada insan varlığının ortak olarak algıladığı bir tezahürler dünyasından söz ediyoruz. Tabi ki bu yalnızca algılamak ile alakalı değildir, her yeni algımız daha önceki algılarımızın, bilgilerimizin yardımı ile sınıflandırılır. Deneyimlerimiz çağrılır ve gerçeklik algımızın devam etmesinde yardımcı olur.
Kant’a göre farklı farklı akıl yetilerinin bir arada
çalışması ile var olan dış deneyim, iç deneyim ile işbirliği içerisinde var
olmaya devam eder. Gerçeklik işte
budur. Bizim kurduğumuz, nesnelliği akıl sahibi insanlar oluşumuza dayanan ve
altında yatan kendinde varlıkları bilemeyeceğimiz yapıdır.
Gerçekliğin imgelem yetisi ile olan ilişkisinden devam etmek ve bir filmden söz etmek istiyorum: "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" Bir savaş filmi olan bu filmi, diğer savaş filmlerinden ayıran, benim gördüğüm kadarıyla şehir hayatından savaşa bir anda düşüş ile deneyim alanının insan aklında meydana getirdiği gerçeklik değişiminin kişi üzerindeki etkisini çok sert bir şekilde ele alıyor olması. Filmde (evet biraz spoiler olacak), dört arkadaş okul müdürlerinin yüreklendirici sözleri ile savaşa gitmeye karar verirler. Savaş alanına ilk geldiklerinde, yalnızca beş dakikalık bir sürede buradaki şartların değişmesi ile çarpıcı bir deneyim yaşarlar ve yavaş yavaş şartlara göre nasıl davranılması gerektiğini öğrenmeye başlarlar. Korkuları bir saniye geçmediği gibi türlü türlü ölümlere şahit olurlar. Filmin ortalarında sadece başrol hayattadır ve savaş öncesinde sahip olduğu tüm bilgiler artık imgelem gücü tarafından çağrılmaz olmuştur. Böylesine şiddetli bir gerçeklik değişimi önce onu küçük bir çocuk gibi bilgisiz kılmış, sonra yeniden donatmaya başlamıştır. Beni en çok sarsan ve onun gerçekliğindeki parçalanmayı en fazla hissettiğim sahne, düşmana karşı kendisine ölü bir atı siper edip onun üzerinden ateş açtığı sahneydi. Artık o bir organizma değildi, savaşta vahşice öldürülmemişti, o sadece bir siperdi.
Son olarak gerçekliğimizi kendimiz değiştirip değiştiremez
miyiz buna değinmek istiyorum. İnsanlar olarak evet, algılarımız aynı kalacaktır
ancak imgelem yetimizin çağrışımlarını daha bilinçli bir düşünme ile dönüştürebilir
ve bu sayede uzun sürede gerçekliğimizi bizi daha memnun edecek bir hale
getirebiliriz.
Eğer gerçeklik algısı
memnuniyetsizliğe yol açıyorsa, bu algı, yani hakikat mutlak surette feda
edilmelidir. -Freud, SE XXIII, 237
Rana Bayındır